Küçük Enişte

1. Bölüm / Güneş Doğmadan

Sabahın erken saatlerinde kulağımın dibinde zangır zangır çalan alarmın sesiyle açtım gözlerimi. Her zamanki gibi kurduğum ilk alarmla değil, uyanamam diye peş peşe kurduğum alarm sesleriyle uyanmıştım.

Saate baktım, saat 05.26 civarıydı. Beni bu kadar erken uykudan uyandıran iki sebep vardı: Birincisi kılacağım sabah namazı, ikincisi saat 08.00’da yetişeceğim uçağım.

İnsan güne sabah namazıyla başlamalıydı elbet. Allah’a yapılan ibadet, gönle huzur, güne bereket veriyordu. Bu bereketi elde edebilmek için yatağımdan usulca indim ve soğuk suyla abdest alıp kendime gelebilmek için lavaboya doğru yöneldim.

Yine aynı ağrılarla uyanmıştım. Sanki dinlenmek için değil de daha çok yorulmak için uyuyordum her gün. Her sabah uyandığımda üzerimden araba geçmiş gibi hissetmek, alışkanlık haline gelmişti. Acaba benim gibi olan başkaları da var mıydı? İnsan dinlenmek için uyurdu, bense sanki daha çok yorulmak için uyuyordum.

Soğuk suyla aldığım abdest, beni fazlasıyla kendime getirmişti ama henüz tam anlamıyla enerjimi alamamıştım. Tekrar yatak odasına gelip eşimin yanağına ufak bir öpücük kondurdum. O ufak öpücüğün, onun uyurken yüzünde oluşturduğu hafif tebessüme hayran kalıyordum. Ve bu tebessümü görmeden güne başlayamazdım.

Eşimi de namaza kaldırdıktan sonra namazımı kıldım. Yola çıkmak için gerekli olan bütün hazırlıklarımı tamamladım. Tamamladım dediysem, ben bir şey yapmadım, sadece eşimin hazırladığı çantaları alıp kapının yanına koydum.

Dün gece yatmadan önce benim yerime eşim bütün hazırlıkları yapmıştı, neye ihtiyacım varsa hepsini çantaya koymuştu. Sanki beni benden daha iyi tanıyormuş gibi, ihtiyacım olabilecek bütün her şeyi yerleştirmişti.

Zaten evlilik bu değil miydi? Seni senden daha iyi tanıyan, seni senden

Önce düşünen biriyle bir ömür geçirmek… Evet, tam olarak buydu.

Bunları düşünürken yüzümde oluşan tebessüm çok sürmedi. Çünkü birazdan eşimi geride bırakarak uzun bir yolculuğa çıkacaktım. Ondan ayrı kalmak benim için oldukça zordu. Ama bu ilk değildi, o yüzden bir an önce vedalaşıp çok duygusal bir ortam oluşturmadan çıkmak için acele ettim.

Tam çıkmak üzereyken yolculuk esnasında okuyabilmek için yanıma kitap almadığımı fark ettim. Kitapsız insan nasıl yolculuk yapabilirdi? Bir insan kitapsız nasıl gezebilirdi? Bu mümkün değildi, o yüzden birkaç tane kitap almak için tekrar eve girdim. Çalışma odasına yöneldim, kütüphanenin kapaklarını açtım ve gözlerim okumadığım bir kitap aramaya başladı.

Korkarım kütüphanede okumadığım kitap kalmamıştı. Ama bu durum yanıma kitap almaya asla engel değildi. En sevdiğim ve defalarca okumama rağmen okumaktan sıkılmadığım kitaplardan seçtim. Çantama koydum ve tekrar uçağa yetişmek için evden çıktım, arabaya doğru yöneldim.

Dün gece işten geldikten sonra evin önünde park yeri bulamadığım için arabayı biraz uzağa park ettiğim aklıma geldi. Henüz güneş doğmadığı için hava oldukça soğuktu ve bu soğukta yürümek gerçekten zordu.

Ayaklarım ve bedenim bu durumdan ne kadar rahatsız olsalar da uçağa yetişebilmek için onları yürümeye ikna ettim ve arabaya doğru hızlı adımlarla yürüdüm.

Sabah erken saatte kalkıp evden çıkmanın zorlukları vardı elbette; havanın soğukluğu, karanlıkta nereden geldiği bilinmeyen köpek sesleri ve dışarıda olduğu için arabanın buz tutmuş camları gibi.

Ama bütün bu zorluklarla mücadele edebileceğim sağlıklı bir bedenim ve beni bir yerden bir yere götürebilecek bir arabam olduğu için Rabbime şükrettim. Ya olmasaydı, o zaman ne yapardım?

Arabaya kadar olan mesafeyi bu düşüncelerle birlikte tamamladım. Çantamı bagaja yerleştirdikten sonra şoför koltuğuna geçtim ve arabayı çalıştırdım.

Peki bu kadar erken kalkmamı sağlayan, bu kadar zorlukla beni mücadele ettiren sebep neydi ve ben nereye gidiyordum?

2. Bölüm / Tanınmayan Kişi

Şoför koltuğuna geçtikten sonra arabayı çalıştırdım. Hareket etmek öyle kolay değildi; önce motorun ısınmasını ve buz tutan camların çözülmesini beklemek zorundaydım. Her gün yaşadığım için bu tarz durumlara alışmıştım. Ve birazdan direksiyonu tuttuğumda ellerimin soğuktan donacağını biliyordum.

Evden erken çıktığım için uçağa kadar bir hayli vaktim vardı. Ve biraz beklemek her açıdan iyiydi. En azından İstanbul trafiği biraz olsun rahatlardı.

İstanbul’da yaşam şartları zor olsa da İstanbul, tarih kokan geçmişiyle, güzellikleriyle vazgeçilmez bir şehirdi. İnsanı kendine bağlayan çok farklı bir büyüsü vardı. İstanbul’da yaşayan insanlarla konuştuğunuzda muhakkak yaşam şartlarının zor olmasından söz edeceklerdir ama oradan vazgeçemeyeceklerini de söyleyeceklerdir.

Ben de bu büyüye kapılan insanlar arasındaydım ve İstanbul’u bir farklı seviyordum.

Derken buz tutan camlar yavaş yavaş çözülmeye, arabanın kliması soğuk hava yerine sıcak hava üflemeye ve motor ısınmaya başlamıştı. Bütün bunlar artık yola çıkmam gerektiğinin habercisiydi.

Besmele çekip yol duasını yaptıktan sonra henüz güneş görmemiş, hafif nemli olan ve bir o kadar kaygan olan asfalt yolda ilerlemeye başladım.

Gizli buzlanmalara karşı dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Bu sebeple hız yapmak yerine yavaş yavaş gitmeyi tercih ettim.

Yolu bilmeme rağmen trafiğin durumuna bakmak için navigasyonu

Açtım ve havaalanına 45 dakikalık yol kaldığını gördüm; evet, tahmin ettiğim gibi ciddi trafik vardı. Telefonu yuvasına yerleştirdim, klimanın derecesini biraz daha artırdım ve usulca yola devam ettim.

Bir müddet ilerledikten sonra doğan güneşin ışıkları gözlerime vurmaya başladı. Engellemek için güneş gözlüğümü taktım. Yaklaşık bir saat önce havanın soğukluğundan şikayet ederken şimdi havayı ısıtmak için doğan güneşten şikayet ediyordum.

Bu durumu hemen bozup güneşin saf halinin havaya kattığı güzelliğe bıraktım kendimi. Bir yandan yolu, diğer yandan havanın güzelliğini izliyordum. Allah’ın doğaya sunduğu güzelliğe hayran kalmamak mümkün değildi.

100 metre ileride yol yavaş yavaş tıkanıyordu. Muhtemelen ya uzun süre yanan kırmızı bir ışık vardı ya da Allah korusun kaza olmuştu. İlk tahminim olmasını umuyordum. Nitekim biraz ilerledikten sonra radarıma giren kırmızı ışıklar tahminimi doğruladı.

Trafik lambasının hemen yanı başında arabalara el sallayan bir genç dikkatimi çekti. Çok acelesi var gibiydi ve nefes nefese kalmıştı. Sanırım gideceği yere yetişebilmek için otostop çekiyordu. Güzergahımız aynıydı ama acaba varacağımız yer aynı mıydı? Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Arabayı gence doğru yanaştırdım, içerideki sıcak havayı kıracağını bilmeme rağmen camları açtım. “Nereye gidiyorsun, gel bırakayım” dedim.

Çocuğun gözleri fal taşı gibi açıldı. Muhtemelen çektiği otostopun karşılık bulamayacağını düşünüyordu. Ama yine de bir ümit şansını deniyordu. Benim yanına gitmem ve onu arabaya davet etmem ona verilen büyük bir hediyeydi. Memnuniyetini, açılan gözlerinden ve yüzündeki şaşkınlıktan okuyabiliyordum.

“Havalimanına gidiyorum abi, saat 08.00’da uçağım var. Biraz geç uyandım, insanlık hali ya, uyuya kalmışım. Yetişmek için mecbur kaldım, kusura bakmayın” dedi mahcubiyetini gizleyemeyerek.

“Ne kusuru genç adam, güzergahımız aynı, ben de havalimanına gidiyorum ve benim de saat 08.00’da uçağım var. Beraber gidelim, bana arkadaşlık edersin” dedim. Genç adamın şaşkınlığı daha da arttı, bu kadar tesadüfün üst üste gelmesi inanılacak gibi değildi. Ama bilmiyordu, bunlar tesadüf değil, tevafuktu.

Bu şaşkınlık ve heyecan onu bir süre ayakta tuttu, ancak bu durumu yanan yeşil ışıklar ve arkadan gelen korna sesleri bozdu. Hemen arabaya atladı ve geri kalan yola tanımadığım biriyle devam etmeye başladım.

Arabanın içi soğuk bir sessizlikle kaplandı. Havanın soğukluğu bir yana gençle benim aramda bulunan soğukluk, bizi daha fazla üşütmeye başlamıştı. Bu soğukluğa ufak bir kıvılcım atmak istedim ve “ismin nedir, nereden geliyorsun ve nereye gideceksin genç adam?” diye sordum kendisine.

“İsmim Ömer, İzmir’e teyzemin yanına gideceğim inşaallah” dedi. Attığım kıvılcım görevini layıkıyla yerine getirmişti. Arabadaki soğuk sessizlik, sıcak ve hoş bir muhabbete kapı aralamıştı. Ve ben o kapıdan içeri girmek için can atıyordum.

Soracağım diğer soruyla kapıdan içeri girmeyi hedefledim ve “ismin çok güzelmiş, okuyor musun Ömer?” diye sordum genç adama. “Evet abi, mimarlık okuyorum” dedi. Konuşması gayet düzgün, mimikleri fazlasıyla yerindeydi. Konuşmasından ve giyim kuşamından güzel yetiştirildiği belliydi. Ağır başlı, efendi birine benziyordu.

Sorularımla onu hedeflediğim sıcak muhabbete çoktan dahil etmiştim. O da rahatlamış olacak ki mikrofonu bana uzatarak sormaya başladı. “İsminiz ne, nereye gidiyorsunuz ve ne işle meşgulsünüz abi?” dedi.

“İsmim Musab, din kültürü öğretmeniyim. Antalya’ya bir okulda konferans vermeye gidiyorum. Gençlerle buluşacağım” dedim. “Demek din kültürü öğretmenisiniz… Ne güzel” dedi ve muhtemelen kendi din kültürü öğretmenini hatırlayarak eski anılarını canlandırdı zihninde.

Sonra devam etti; “Sizin de isminiz çok güzelmiş, manası nedir acaba?” diye sordu. İşte bu dedim, beklediğim sorular gelmeye başlamıştı. Ormanda avını yakalamak için saatlerce uğraşan ve en sonunda yakalayıp başarılı olmanın sevincini iliklerine kadar yaşayan avcı gibi sevinmiştim o an. Heyecanımı ve sevincimi bastırarak mikrofonu elime aldım ve konuşmaya başladım;

“Manasından daha çok, tarihte, asr-ı saadette bu isimle meşhur olmuş büyük bir Sahabe Efendimiz var, ondan bahsetmek isterim sana” dedim. Memnuniyetle buyurun, tabi ki dedi.

Gerçekten yüz ifadelerinden memnun olduğu belli oluyordu. Ve söylediğim kelimelere, kullandığım lafızlara yabancı olmadığı çok belliydi. Amacım ona şu kısacık araba yolculuğunda bir şeyler öğretebilmekti. Çünkü bu tevafuk boşuna olamazdı.

Sanırım hayatımda ilk defa trafiğin daha fazla sürmesini istemiştim. Sürekli gözümün ucuyla navigasyona bakıyor, dakikaların azalmaması için adeta Allah’a yalvarıyordum. Çünkü Ömer’le daha fazla sohbet etmek, onu daha fazla tanımak ve ona daha fazla bir şeyler öğretmek istiyordum.

“Mus’ab b. Umeyr” diyerek başladım konuşmama. Kendisi İslam’ın ilk öğretmenidir. Efendimiz (s.a.v.) onu Medine’ye ilk öğretmen olarak göndermiştir. İslam’ı anlatması ve tebliğ etmesi için onu görevlendirmiştir. Gittiği yerde çok büyük başarılar elde etmiştir ve Medine’nin yarısından fazlasının İslam’ı kabul etmesine sebep olmuştur” dedim ve çok fazla uzatmak istemediğim için burada mikrofonu ona uzattım.

“Çok güzel anlattınız, evet bu ismi daha önce duymuştum. Ama ilk öğretmen olduğunu bilmiyordum. Sanırım siz de bu büyük sahabi efendimizi örnek alarak ve onun varisi olarak bu mesleği tercih ettiniz. Ve şimdi aynı onun gibi şehir şehir gezerek İslam’ı anlatmaya çalışıyorsunuz” dedi.

Verdiği cevaplar beni çok memnun etmişti ama bir o kadar da şaşırtmıştı. Aslında benim söylemek istediklerimi o bana söylemişti ve anlattıklarımdan memnun olduğu çok belliydi.

“Evet, ben kendimi onun varisi olarak görüyor ve onun gibi olmaya çalışıyorum. O emri bil ma’ruf için gitmişti Medine’ye ve bize bu ameli miras olarak bırakmıştı. Ben de bu mirasa sahip çıkmaya çalışıyorum” dedim. Vaktimiz daralıyordu. Havaalanına yaklaşık 10 dakikalık bir süremiz kalmıştı. Vakit kaybetmeden “Senin ismin de çok güzelmiş, anlamı nedir? Merak ettim” dedim.

“Ömer,  Arapça kökenli bir isim “canlı olmak ve hayatta olmak” anlamlarına geliyor. Türk toplumlarında ise adaleti temsil ediyor. Ama siz şimdi kimi temsil ettiğini de soracaksınız sormadan söyleyeyim temsil ettiği şahsın Hz. Ömer olduğunu biliyorum ama hakkında pek fazla bir bilgim yok. Sizden dinlemek isterim” dedi.

Elbette memnuniyetle diyerek başladım sözlerime;

“Hz. Ömer, İslam’ın 2. Halifesi’dir. Zulme karşı olan öfkesiyle ve insanlara karşı olan adaletiyle ün salmıştır. Hz. Ömer aynı zamanda Efendimiz (sav)’in kayınpederidir. Halifeliği sırasında birçok beldenin fethine sebep olmuştur ve onun hilafeti döneminde İslam toprakları çok genişlemiştir” dedim.

Sözlerimi bitirdiğimde havaalanına çoktan varmıştık. Bu tatlı sohbetin sonuna geldiğimiz için üzülüyordum ama Ömer kardeşime bir şeyler öğrettiğim için de bir hayli seviniyordum.

Arabayı otoparka park ettikten sonra Ömer’le vedalaştım. Bu güzel sohbet için teşekkür ettim. O da memnuniyetini dile getirdi ve teşekkür etti. Eşyalarını alıp yavaş adımlarla ilerleyerek gitti.

Arkasından bir müddet baktıktan sonra uçağın kalkma saatinin gittikçe yaklaştığını hatırladım ve eşyalarımı alarak iç hatlara doğru yöneldim.

Ellerim tamamen doluydu ama yetişmek için hızlı adımlarla ilerliyordum. Giriş bölümüne geldiğimde eşyalarımı yere bıraktım ve biletimi hazırlamak için davrandım.

Tam o esnada telefonumun çaldığını fark ettim. Cebimden telefonu çıkardım ve gözlerimi ekrana doğru kilitledim.

Acaba arayan kimdi?

3. Bölüm / Bulutların Üstünde

Arayan eşimdi. Zaten ondan başka kim arardı ki beni? Hayatta her konuda anlaşabildiğim, bütün sırlarımı korkusuzca paylaşabildiğim, yanında kendimi huzurlu hissettiğim, derdimi konuşmadan bakışlarla anlatabildiğim tek insandı o.

Bakışlarında aşk, gülüşlerinde mutluluk ve sesinde huzur bulunan biriydi. Sesini duyduğumda gönlüme gelen huzur, bunu fazlasıyla destekliyordu.

Havalimanına vaktinde yetişip yetişemediğimi sordu ve beni çok özlediğini söyledi. Halbuki ayrılalı daha iki saat bile olmamıştı ve bunu o da biliyordu. Ne olursa olsun varlığını ve sevgisini hissettirmeyi severdi.

Zaten önemli olan da bu değil miydi? Sevgiyi söylemek yerine hissettirmek, dil ile anlatmaya çalışmak yerine davranışlarla göstermek, yüz kere seni seviyorum demek yerine yerden koparılan bir çiçeği sevdiğine hediye etmek… Evet, asıl olan buydu; hissettirmek.

Bu davranışıyla sevgisini fazlasıyla hissetmiştim. Ama sadece hissettirmeyi seven o değildi. Ben de karşılık vererek onu çok özlediğimi, çok sevdiğimi ve sağ salim vaktinde yetiştiğimi söyledim. Birbirimizi Allah’a emanet ettikten sonra telefonu kapattık.

Bu süreçte, yöneldiğim iç hatlara çoktan gelmiştim. Giriş işlemlerimi hallettim, bavulumu ve eşyalarımı teslim ettim; ama kitaplarım hariç. Onları uçakta okumak için yanıma aldım. Ve içerideki banklardan birine oturup uçağın kalkacağı saati, anonsun yapılacağı dakikayı beklemeye başladım.

Beklerken boş durmamak adına yanıma aldığım kitaplardan birini açıp okumaya başladım. Gözlerim satırlar arasında gezinirken yan tarafıma birinin oturduğunu fark ettim. Cüsseli biri olduğu belliydi. Oturduğu zaman ayaklarını farkında olmadan iki metre açmıştı ve bacağını bacağıma değdirmişti. Ve gözleriyle okuduğum kitabı dikizliyordu.

Daha fazla dayanamayıp konuşmaya başladı; okuduğunuz kitap “Mustafa Kutlu’nun Nur adlı kitabı değil mi?” dedi kendinden emin bir şekilde. Evet, dedim. “Ben de yakın zamanda okumuştum ve etkisinden bir süre çıkamamıştım. Nur adında bir kadının hakikat arayışını ve bu arayışta başına gelenleri anlatıyor” dedi.

“Evet, doğru söylediniz benim de etkilendiğim ve severek okuduğum bir kitaptır. Yolculuk esnasında canım sıkılmasın diye yanıma almıştım. Uçağı beklerken biraz göz gezdirmek istedim” dedim.

Bu konuşmalar yerini sessizliğe bıraktı. Ben de kitaba göz gezdirmeye devam ettim. Bir müddet sonra beklediğim anons geldi. Ve artık bulutların üzerine çıkıp havada süzülme vaktiydi.

Yavaş adımlarla ilerlemeye devam ettim. Uçağın merdivenlerine geldiğimde güler yüzlü hostesler beni karşıladı. Biletime bakıp yerimi gösterdiler. Ön sırada, 10. Koltuktu. Yerime doğru gittim ve usulca oturdum. Yan tarafım boştu. Demek ki sahibi henüz uçağa binmemişti. Ortalık sakindi; sanırım ilk girenler arasındaydım.

Telefonumu uçak moduna aldım. Elimdeki eşyaları koltukların üst tarafında bulunan boşluğa koydum ve biraz dinlenmeyi ümit ederek gözlerimi kapatıp uçağın havalanmasını beklemeye başladım.

Yorgunluktan olsa gerek biraz dalmışım. Uyandığımda yan tarafım olmak üzere bütün boş koltuklar dolmuştu. Az önceki sessizlikten eser kalmamıştı. Yerine büyük bir uğultu hakim olmuştu. Yanımda oturan genç bir adamdı. Elinde telefon, kulağında kulaklık, ekrana kitlenmiş öylece oturuyordu. Hem oyun oynuyor hem de muhtemelen şarkı dinliyordu.

Görünüşü ve giyimi gerçekten dikkat çekiciydi. Saçları kısaydı ama sarı renge boyanmıştı. Ve kulağında bulunan küpe, “Ben de buradayım” diye bana el sallıyordu. Üzerinde Galatasaray forması, kollarında Galatasaray bileklikleri vardı. Fanatik olduğu çok belliydi. İlginç bir görünümü vardı. Bir insan saçlarını neden sarıya boyardı ki? Ama bu dikkat çekmek içinse bunu çok iyi başarıyordu.

Onu rahatsız etmemek adına gözlerimi üzerinden çektim ve önüme döndüm. Bu esnada anons geldi: “Uçağımız hareket etmek üzeredir. Lütfen kemerlerimizi takalım ve telefonlarımızı kapatalım.”

Ben zaten bunları yapmıştım ama genç adam dünyadan kopuk olduğu için hem bunları yapmamıştı hem de anonsu duymamıştı.

Kendisini uyarmak zorunda olduğumu hissettim. Hafifçe koluna dokundum; bir anda irkildi ve bana dönüp ne oldu der gibi başını salladı. Hâlâ kulaklığı çıkarmamıştı. Ben de elimle sesin geldiği yönü işaret ettim. Beni onaylamak ister gibi yine başını salladı ve önüne döndü.

İkimiz de  sağlıklı insanlar olmamıza rağmen işaret diliyle konuşmuştuk resmen. Kulaklığı çıkarıp konuşma gereksinimi duymamıştı. Bu durum beni üzdüyse de çok takılmadım; önüme döndüm ve gözlerimi tekrar kapatıp uçağın havaya kalkmasıyla kendimi bulutların üzerinde uçuyormuş gibi hayal etmeye başladım.

4. Bölüm / Sarı Kırmızı

İnsan bazen kuş misali gökyüzünde özgürce uçmak, etrafa savrulmak, yüksek tepelere çıkmak ister. Onun bir ekmek parçası için o kadar kanat çırptığını, çocuklarının karnını doyurmak için yüksek yüksek tepeleri aşmak zorunda olduğunu düşünmeden.

Kuşların özgür olduğunu sanır insan, arka planda yapmak zorunda oldukları şeyleri görmeden.

Ben de gözlerimi kapattığımda bulutların üzerinde özgürce uçtuğumu, yüksek tepeleri aştığımı hayal ettim; uçmanın, göğe yükselmenin özgürlük olduğunu düşünen insanlar gibi.

Bir müddet sonra gözlerimi açtığımda yanımdaki genç adam kulaklığını çıkarmış, telefonunu elinden bırakmış ve kemerini takmış bir şekilde etrafı izliyordu. Tekrar dünyaya döndüğünün habercisiydi bu.

Onunla bir şekilde muhabbete girmek istiyordum ama bunu nasıl yapacağıma henüz karar vermemiştim. Derken kollarında bulunan Galatasaray motifli bilekliklere takıldı gözlerim. Çok fazlaydı çünkü hem sağ kolunda hem de sol kolunda birden fazla bileklik vardı.

Bir insana yakınlaşmanın en güzel yolu onun zaafını kullanmaktır. Ben de genç kardeşimizin zaafını kullanarak söze başladım; “Galatasaraylı mısın genç adam?” dedim. Bir anda irkildi, böyle bir soru beklemediğini belli eder bir tavırla “Evet abi, Galatasaraylıyım, aynı zamanda fanatiğim.” Dedi. Ve arkasını dönüp Icardi formasını gösterdi bana.

Fanatik olduğu zaten belliydi ama bunun yanında birçok gençte olduğu gibi “Mauro Icardi” adlı oyuncuya duyduğu hayranlık vardı. Saçlarının neden sarı renkte olduğunu şimdi çok daha iyi anlamıştım. Bu sadece bir fanatiklik değil, aynı zamanda hayranlıktı.

Her ne kadar futbolu hiç sevemesem de, futbola dair bir şeyler duymaya tahammül edemesem de, ona bir şeyler verebilmek için önce onu dinlemem gerektiğini, düşüncelerine ve fikirlerine değer verdiğimi hissettirmem gerektiğini biliyordum. Bu yüzden zaafıyla ilgili sorular sorup onu kendime daha çok yaklaştırmak istedim. Fakat önce onu tanımalıydım.

“İsmin nedir, nereye gidiyorsun?” diye sordum. “İsmim Furkan. Antalya’ya, anneannemin ve dedemin yanına ziyarete gidiyorum.” Dedi. Ben de kendimi tanıttıktan sonra kolundaki bileklikleri sordum. Hepsinin manevi bir değeri olduğunu ve kimlerin hediye ettiğini heyecanlı bir şekilde anlattı.

“Seni bir futbolcuya benzetiyorum ama adı tam aklıma gelmiyor. Neydi acaba?” derken bir anda gözleri açıldı ve “Mauro Icardi!” diye bağırarak sözümü kesti. O kadar sesli söyledi ki benimle birlikte orada bulunan herkes sesini duymuştu ama pek oralı olmamışlardı.

Futbol, Furkan’ın zaafıydı, ama bahsettiği futbolcu çok başkaydı; ona beslediği bir hayranlık vardı. “Kim bu ‘Mauro Icardi’?” diye sordum. “Anlatır mısın biraz?” Onun bir büyüğü olarak ve din kültürü öğretmeni olarak meseleye bu kadar yakından bakıyor olmam onu çok şaşırttı. Muhtemelen böyle bir profille daha önce karşılaşmamıştı. Memnuniyetini ifade ederek konuşmaya başladı:

“Futbol kariyerine Vecindario’nun altyapı takımlarında başlayan Icardi, La Liga kulübü Barcelona’nın gençlik sistemi olan La Masia’da futbol oynadıktan sonra profesyonel kariyerine 2011’de Serie A kulübü Sampdoria’da başladı…” diyerek hayatına ve kariyerine dair birçok bilgiyi hevesle anlattı bana. Adamın hayatına o kadar hakimdi ki anlatırken zerre kadar duraksamadı ve bazı yerlerde tekrara düştüğünü fark etmedi bile.

Bu esnada konuşmayı hiç bölmedim ve heyecanına ortak olduğumu belli ederek can kulağıyla onu dinledim. Değer verdiğimi ve fikirleriyle ilgilendiğimi hissetmesini istedim.

Sözlerini bitirdiğinde hayranı olduğu adamı dakikalarca anlatmanın verdiği mutluluk ve gururla bana doğru baktı ve onu tebrik etmemi bekleyen bir tavırla söz hakkını bana verdi.

“Çok güzel anlattın Furkan, bilmediğim yeni şeyler öğrettin, teşekkür ederim. Ama bir merakım daha var,” dedim, gözlerim kolundaki bilekliklerin en tepe yerinde bulunan siyah ve lastik tokayı andıran bileklik üzerinde gezerken. “Buyurun, sorun tabi ki,” dedi.

“Bütün bilekliklerin kimden geldiğini anlattın ama siyah bileklikle ilgili hiçbir şey söylemedin. O kimden geldi ve senin için ne anlam ifade ediyor?” diye sordum.

Bu sefer soru gerçekten beklemediği yerden gelmişti. Gözlerinin bir anda açılması, yüzünün hafifçe kızarması ve kafasını öne doğru çevirmesi bunun habercisiydi. Bir müddet sessizlik hakim oldu aramızdaki muhabbete. Genç adam önüne bakarken uzaklara dalmıştı, muhtemelen bilekliğin sahibini ve onu bana nasıl anlatacağını düşünüyordu.

Peki bu bilekliğin sahibi kimdi?

5. Bölüm / Gönüldeki Gizem

Aramızdaki sessizliği bir an önce bozmak istiyordum ama içecek dağıtmak için gelen hostesler benden önce davranarak bu sessizliği çoktan bozmuşlardı. Furkan, daldığı rüyadan uyanarak bir bardak filtre kahve istedi, ben de sadece su istemekle yetindim.

“İçecekler geldiğine göre sorumun cevabını bekliyorum,” dedim. Furkan kendinden emin bir şekilde, “Sevdiğim kıza ait, hocam,” dedi.

Bu kadar genç yaşına rağmen bir kızı seviyor olması beni şaşırttı, ama onu ürkütmemek için şaşkınlığımı belli etmedim. “Kimdir bu kız? Anlatmak istersen seve seve dinlerim,” dedim.

Bu beklediği bir soruydu ve hiç tereddüt etmeden anlatmaya başladı: “Okulda tanıştık. Karşı sınıfta okuyan güzeller güzeli, bütün okulun göz bebeği ve kalbimin sahibi Ayşe. Bütün sınıf ilişkimizi bilir ve her teneffüs beni karşı sınıfa yollarlar, arkamdan ‘enişte’ diye bağırarak.” Dedi.

Bu sefer şaşkınlığımı gizleyemedim ve sesli bir şekilde “Bu yaşta enişte oldun demek, ha?” diyerek omzuna hafifçe dokundum. Benim tepkimi gördükten sonra utandı, kızardı ve tekrar önüne doğru dönüp sessizliğine çekilmeyi tercih etti.

Ben de önüme döndüm ve tekrar aramıza giren sessizliği fırsat bilip biraz etrafıma bakarak uçakta bulunan yolcuları izledim. İzlediğim manzara bana, her insanda bulunan ortak bir özelliği sundu. O da; sürekli ekrana kitlenen gözler ve hiç durmadan ekran üzerinde kayıp giden parmaklardı. Yaş fark etmeksizin bazıları oyun oynuyor, bazıları müzik dinliyor, bazıları sosyal medyada sörf yapıyor ve bazıları da Instagram hesaplarındaki reels bölümünde kayboluyorlardı.

Kitap okuyan, uyuyan veya birbiriyle sohbet eden insan bulmak çok zordu. Kuşatıldığımızı fark ettim bir an, her açıdan dört bir yandan etrafımızın sarıldığını hissettim. Furkan’a baktığımda bunu çok daha net görüyordum. Çok genç olmasına rağmen bir kızla gayrı meşru ilişki yaşıyordu. Bütün hayatını sadece hayranı olduğu bir futbolcuya endekslemişti ve genç yaşına rağmen arkadaşları arasında enişte ünvanına sahip olmuştu.

Biz Furkan’ı genç yaşında çoktan kaybetmiştik. Furkan, kalbi ve ruhu daha dün tanıştığı kız tarafından ele geçirilmiş, zevkleri ve hobileri Müslüman olmayan bir futbolcu tarafından istila edilmiş, zihni sosyal medya ve teknoloji tarafından çürümeye başlamış bir genç olarak karşımda duruyordu.

Onu etrafını kuşatan bu engellerden çıkarıp kurtarmam gerektiğini biliyordum. Ama etrafı öyle bir sarılmıştı ki yaklaşmak oldukça zordu ve tehlikeliydi. Çünkü ağzımdan çıkacak yanlış bir kelime, yanlış bir hamle onu elimden alıp götürebilirdi. Bu sebeple zaaflarından ilerlemeyi tercih ettim.

Gözlerini benden kaçırmak için fırsat bildiği ve usulca yudumladığı kahvesi artık bitmişti. Plastik bardağını elleriyle ezdi ve tekrar yerine koydu. Benden çekiniyordu, o yüzden rahatlatmak için “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordum.

“Evet hocam, onu çok seviyorum ve ilk gördüğüm günden beri ona âşığım. O da beni seviyor,  ilgi gösteriyor ve benim için fedakarlık yapıyor. Böyle biri sevilmez mi?” dedi. “Elbette sevilir ama bunun için doğru zamanı beklemek gerekmez mi?” dedim. “Hocam, sevmenin doğru zamanı mı olurmuş? İnsan seveceği ve âşık olacağı zamanı seçemez ki. Bu insana bir anda gelir ve bir daha kurtulması mümkün olmaz.” Dedi.

Söylediklerinde haklıydı, gerçekten zeki bir çocuktu ve kendinden emin bir şekilde konuşuyordu. “Evet, seçemez elbette ama Allah’ın razı olmadığı ve yasakladığı bazı meselelerde iradesine hakim olup kendini tutabilir. En azından ileride evleneceği insanı düşünüp kendini o insana saklayabilir. Çünkü şu an sevdiğin ve beraber olduğun insanla yarın evleneceğini ve yuva kuracağını garanti edemezsin” dedim ve devam ettim, “Şöyle düşün Furkan’cım, görüştüğün bu insanla bir şekilde görüşmeyi bıraksan ve yuva kuracağın vakit geldiğinde senin karşına önceden yıllarca biriyle görüşmüş, gezmiş ve vakit geçirmiş bir insan çıksa onu eş olarak kabul edebilecek misin?” diye sordum.

Hemen yerinden fırlar gibi oldu ve sesli bir şekilde, “Hayır, tabi ki hocam, bunu nasıl kabul edebilirim? Ben meseleyi hiç bu açıdan düşünmemiştim. Haklısınız, sadece bu günü değil, yarını da düşünmek lazım” dedi.

Onu radarıma çoktan almıştım ve hedeflediğim soru işaretlerini aklının bir köşesine koymuştum. Daha fazla sıkmamak için önüme döndüm  ve yüzümde oluşan ufak bir tebessümle arkama yaslanıp genç adamı, aklının köşesine yerleştirdiğim soru işaretleriyle baş başa bıraktım. 

Ben de gözlerimi kapatıp bulutların üstünde uçtuğumu hayal etmeye devam ettim.

6. Bölüm / Kız Babası Olmak

Gözlerimi kapattığım her an, zihnimde hayal etmekten asla sıkılmadığım bir manzarayla karşılaşıyordum.

Eşimin gözleri, onun muhteşem güzelliği ve eşsiz manzarası. Hayatıma girdiği günden beri hayallerimi ve hayatımı süsleyen tek manzaradır o.

Bakmaktan sıkılmadığım, gördükçe görmek istediğim, saatlerce izleyip izlemeye devam ettiğim manzara.

Bakmayın gözlerimi kapatıp bulutların üstünde uçtuğumu hayal etmeye çalıştığımı. Hayal edebildiğim tek şey onun bana sunduğu güzelliktir sadece.

Derken uçağın rüzgar sebebiyle aniden hareket etmesi, içine daldığım rüyadan uyandırdı beni. Ve etrafımı izlemeye başladım. Etrafı izlemek bahaneydi aslında. Görmek istediğim tek şey Furkan’ın ne ile meşgul olduğuydu.

Acaba konuştuklarımızdan etkilenmiş miydi? Acaba zihnine bıraktığım soru işaretlerini düşünüp onlara cevap bulabilmiş miydi? Çok geç olmadan dönüp ona baktığımda uğradığım hayal kırıklığı, merakımı fazlasıyla gidermişti.

Furkan tekrar kendi dünyasına dönmüş, elinde telefon, kulağında kulaklık, hiç sıkılmadan oynadığı oyunu oynamaya devam ediyordu.

Neyse ki uyandığımı gördüğünde kulağındaki kulaklığı çıkarıp “Ooo hocam uyanmışsınız, ne güzel uyudunuz öyle” diyerek hiç vakit kaybetmeden konuşmaya başladı.

Biliyorum bir müddet önce konuştuğumuz konuların devamını getirmek istiyorsunuz, zihnimde oluşan soru işaretlerinin neticesini merak ediyorsunuz ama ben çok düşündüm ve sizin bize biraz haksızlık ettiğinize karar verdim. Çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz ve ileride evlenmeyi düşünüyoruz. Onunla evlendikten sonra geriye bir problem kalmıyor ve ben ona güveniyorum, o beni bırakıp gidecek bir kız değil. Dedi kendinden çok emin bir şekilde.

Ben de “Furkan’cım, tek problem onun seni bırakıp gidebilme ihtimali değil ki.. bunun yanında Allah’ın bu birlikteliğe razı olmamasıdır. Ve bence en önemli problem de budur.” Dedim.

Ama hocam ben bu şekilde eğitilmedim. Ve bir erkekle bir kadının konuşmasının haram olduğu, Allah’ın bundan razı olmadığı bana hiç söylenmedi. Ne okuldaki hocalarımız ne de abilerim böyle bir uyarıda bulundu. Hatta abilerim böyle bir durumu öğrendiklerinde “Sen de büyümeye başladın he kerata” diyerek sarılmışlardı bana. Şimdi sizin birkaç kelimeyle anlattığınız bu cümleler beni sevdiğim, kokusuna ve sevgisine alıştığım insandan nasıl vazgeçirecek diyerek beni köşeye sıkıştırmaya çalıştı.

Ve gerçekten bu sözlerinden sonra biraz da  olsa köşeye sıkışmıştım. Çünkü dini hassasiyeti olmadığı için onu bu şekilde ikna edemeyeceğimi çoktan anlamıştım. Ve ayrıca Furkan’ın her açıdan ne felaket bir şekilde kuşatıldığını tekrar görmüştüm. Çevresi onu zaten kuşatmıştı ama ailesi de buna dahildi. En çok güvendiği insanlar bile ona hakikatleri anlatmamıştı ve muhtemelen onlar da  bu hakikatlerden oldukça uzaktı. Ama ben pes edemezdim.

Tam bu esnada aklıma Efendimiz (ﷺ)’in zina yapmak isteyen bir Sahabe Efendimize verdiği nasihat ve ona ufak çaplı verdiği eğitim geldi aklıma. Evet, buradan yürüyebilirdim ve bu sefer etkili olacağından emindim.

Ve sözlerime başladım; madem bu söylediklerim senin için yeterli değil, o zaman meseleyi “Ayşeye aşık olan Furkan olarak değil de kızını çok seven bir baba olarak değerlendir.” Yani evlendiğini ve çok sevip değer verdiğin güzeller güzeli Ayşe adında bir kızının olduğunu hayal et. Meseleyi bir baba olarak değerlendir ve bakış açını değiştir.

Böyle bir durumda tanımadığın bir erkeğin senden habersiz çok sevdiğin ve değer verdiğin kızının kokusuna alışmasını kabul edebilir misin? Senin görmediğin yerde onun elini tutmasına, onunla gezmesine ve daha farklı şeyler yapmasına razı olabilir misin? Diyerek canını yakmak istercesine sorularımı peş peşe sordum.

Bir anda çıkıştı “hocam yapmayın neler diyorsunuz bunlar nasıl sorular böyle tabi ki kabul edemem ve razı olamam” diyerek asıl köşeye sıkışanın kendisi olduğunu itiraf etti ve sözlerini burada noktalayıp usulca önüne döndü.

Sanırım bu sefer etkili olmuştu ve ben de daha fazla zorlamak istemediğim için onu itirafıyla baş başa bırakmıştım. Zaten uçak çoktan Antalya sularına girmişti ve piste iniş için hazırlanıyordu. Gerekli uyarılar yapıldı. Ben de uçağın inmesini ve kapıların açılmasını, gözlerimi kapatıp eşsiz manzaramı izleyerek beklemeye devam ettim.

Helal yoldan sevmek, Allah’ın razı olacağı bir aşk yaşamak ne kadar güzel oluyor değil mi?

7. Bölüm / Sarı Taksi

Tekerleklerin piste değmesiyle daldığım rüyadan uyanmam bir oldu. Antalya’ya daha önce birkaç kez gelmiştim ama uçakla ilk defa geliyordum. Uçak henüz durmamıştı ve duracağı yere doğru yavaşça hareket ediyordu.

Bu esnada Furkan’la göz göze geldik. Konuşmak istiyordu ama artık konuşmaya mecali kalmamıştı. Bu fiziki bir yorgunluk değil, manevi ve ruhani bir yorgunluktu. Zaten gerekli nasihatleri vermiştim ve son noktayı Efendimiz (s.a.v.)’in uygulamasıyla koymuştum. O yüzden daha fazla üzerine gitmek yerine konuyu değiştirmeyi tercih ettim.

Dedenle annenene çok selam söyle, eğer nasipte varsa onlarla da bir gün tanışmak isterim, dedim. Konunun değişmesinden ve muhtemelen çok sevdiği dedesinin ve anneannesinin konuya dahil olmasından duyduğu sevinci belli ederek “Elbette hocam, onlarla tanışmanızı ben de çok isterim. İkisi de dünyanın en güzel insanlarıdır. Özellikle dedem… Harika bir adamdır. Benim en iyi arkadaşım ve sırdaşımdır. Onunla geçirdiğim vakitler benim için altın kadar değerlidir.” Dedi.

Evet, tahmin ettiğim gibi dedesini ve anneannesini fazlasıyla seviyordu. “O zaman telefon numaranı ver, ben de sana vereyim. Eğer buradaki işlerimi erkenden halledersem yanınıza uğrarım. En azından dualarını almış olurum ve tanış oluruz” dedim.

Bu teklifime çok sevinmişti. Birbirimizi Allah’a emanet ettikten sonra Furkan’la olan birlikteliğim şimdilik son buldu. Uçaktan indikten sonra dışarıya doğru hızlı adımlarla ilerledim. Telefonumu uçak modundan çıkarınca bir anda bildirim yağmuruna tutuldum. Gelen mesajlar ve cevapsız aramalar vardı ve hepsi eşimdendi. Hemen vakit kaybetmeden onu aradım ve sağ salim Antalya’ya indiğimi söyledim.

Artık güneş tamamen ortaya çıktığı için kavurucu sıcaklık çoktan başlamıştı. Şimdi sıra bu sıcaklıkla mücadele ederken Manavgat’a gidebilmek için taksi bulmaktaydı. Havaalanı ile Manavgat arası yaklaşık 60 km idi. Bu mesafeyi taksiyle gitmek zorundaydım. Her ne kadar taksiye binmeyi sevmesem de okuldaki konferansa yetişebilmek için buna mecburdum.

Bilirsiniz, bu kadar işlek olan bir yerde, özellikle havaalanında taksi bulmak gerçekten zordur. Ben de şansımı denemeye başladım. Şu ana kadar beş taksi geçti, üç tanesi doluydu, biri boş olduğu halde beni arabasına almadı. Ya farklı bir müşteriye gidiyordu ya da canı öyle istedi. Diğeri de, “Manavgat’a kadar gidemem, kusura bakma” dedi. Ya paraya ihtiyacı yoktu ya da tipimi beğenmemişti. Taksicileri anlamak gerçekten zordu.

Nihayet bir taksi bana doğru yönelip yavaşlamaya başladı. Adeta zafer kazanmanın sevinciyle eğildim, camı açmasını bekledim. Cam açılınca, “Selamünaleyküm abi, Manavgat’a gideceğim, müsait misin?” dedim. “Elbette müsaitim, buyurun,” dedi. Ön tarafa mı arka tarafa mı oturmalıyım sorusunu düşünecek ve ona cevap verecek zamanım yoktu. Eşyaları arkaya koyup direkt ön tarafa oturdum ve Manavgat’a doğru yola koyuldum.

Bindiğim taksi eski model bir arabaydı ve yıllarca içinde sigara içilmekten dolayı her yerine sinen çok kötü bir kokusu vardı. Dayanamadım, kendi tarafımın camını açtım. Adamın üzerine sinen kokudan hiç bahsetmiyorum bile. Her nefes alıp verişinde arabanın içini çok rahatsız edici bir koku kaplıyordu.

Bir insan bu eziyeti kendine neden yapardı ki? Kokusu ayrı bir dert, parası ayrı bir dert, sağlığa verdiği zarar ayrı bir dert… Bir insan para vererek kendini neden zehirlerdi ki? Bana her zaman çok saçma gelmiştir. Her zerresiyle insana hem manen hem maddeten bu kadar zarar veren bir şeyin, içenleri tarafından bu kadar çok sevilmesi… Gerçekten garip.

Taksici abimiz de anladığım kadarıyla sigara tiryakilerindendi, bu çok belliydi. Aklıma eşiyle olan yaşam tarzı geldi bir an. Düşünsenize eşiniz güzel kokmak yerine kötü kokmayı tercih ediyor. Aynı yastığa baş koyduğunuzu, sürekli o kötü kokuya ve dumana maruz kaldığınızı hayal edin… Ne büyük bir çile! Zaten muhtemelen böyle bir ailede bir süre sonra kadın da içmeye başlar, evde bulunan diğer fertler de.

Babalar böyledir… Her konuda örnek olurlar aileye. Ne mutlu güzellikte ve iyilikte örnek olan babalara.

Ben bu meselelerle zihnimi meşgul ederken taksici abimizden beklemediğim bir soru geldi. “Eğer rahatsız olmazsanız sigaramı yakabilir miyim?” İçinizden, sigara tiryakisi olarak düşündüğün birinin böyle bir soru sormasına neden şaşırıyorsun dediğinizi duyar gibiyim ama şaşırdığım ve beklemediğim şey bu değildi. Benim rahatsız olma ihtimalimi düşünerek benden sigara içmek için müsaade istiyor olmasıydı.

Evet, taksici abimiz kendi sağlığına karşı, maddi olarak cebindeki paraya karşı saygı duymuyordu ama benim rahatsız olma ihtimalime karşı saygı gösteriyordu. Bu çok kıymetliydi. Bazen sorulan bir soru, kişinin karakteriyle ilgili birçok şeyin cevabı olabilirdi.

Sorduğu soruya karşılık, “Sigara dumanından ve kokusundan çok rahatsız oluyorum, eğer yakmazsanız çok sevinirim,” dedim. “Hay hay efendim, ne demek, elbette,” dedi. Müşteri memnuniyetine önem veriyordu.

Şaşırdığım diğer bir husus ise şuydu; genelde ülkemizde taksicilere karşı çok anlamsız bir önyargı vardı. Sanki hepsi acımasız, öfkeli, sadece kendini düşünen, başka insanların hakkını zerre kadar önemsemeyen insanlarmış gibi… Doğruyu söylemek gerekirse ben de öyle düşünüyordum ama bu abimiz sanırım benim bu algımı kırmayı başardı.

Zaten sigara meselesi, sadece taksici abimizi ilgilendiren bir mesele değildi. Ülkenin neresine giderseniz gidin sigara içen insanların etrafındaki insanların rahatsız olma ihtimalini zerre kadar düşünmediklerini göreceksiniz. Ne kadar bencilce bir durum değil mi? Sorsak insan hakları, cart hakları, curt hakları derler. Pasif içici olmak zorunda bıraktıkları insanların hakları ne olacak peki? Onlar için bunun bir önemi yok… Onlar için önemli olan tek şey, sigara dumanının ciğerlerine bayram havası vermesi…

Tabii istisnalar elbette var. Bu taksici abimiz gibi. Söylediklerimden onları tamamen tenzih ediyorum. O insanların zararı tamamen kendine. Taksici abiyle onun haberi olmadan kendi hayal dünyamda çoktan samimiyet kurmuştum. Onun, ikinci bir insanın hakkına saygı duyması, ne kadar kıymetli ve ince düşünceli bir insan olduğunu gösteriyordu.

Hâlâ böyle insanların var olması umutlarımı yeşertiyordu.

Derken epey bir zaman geçmişti. Gideceğim yere çoktan varmıştık. Okulun yakınlarında bir yerde durduk. Taksici abiye ödemeyi yaptım ve eşyalarımı alıp arabadan indim. Saate baktığımda planladığım vakitten önce geldiğimi anladım. Öğle namazına da az bir zaman kalmıştı. Şöyle ileriye doğru baktım, cami minaresini görebilecek miyim diye. Evet, ileride yakınlarda bir cami vardı. Oraya doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladım.

İnsanın istediği anda, attığı her adımda bir cami veya mescit bulabilmesi, yeryüzünün tamamının bizim için mescit kılınması ne büyük bir nimet. Başka bir şehirdeyim, evimden ve ailemden uzaktayım ama Allah ile yakınlaşmak istediğimde O hep benimle beraber. Hamdolsun.

8. Bölüm / Heyecanlı Dakikalar

Namazı kıldıktan sonra camiden çıktım ve okula doğru yürümeye başladım. Hava çok sıcaktı ve bu sıcakta yürümek oldukça zordu. Fakat küçük kalpler beni bekliyordu, bu yüzden duramazdım.

Okula vardığımda okul müdürü beni karşıladı. Biraz sohbet ettikten ve bir bardak çay içtikten sonra salona doğru yürümeye başladık. O anlarda içimde farklı bir heyecan başladı. Fakat bu, topluluk önünde konuşacak olmamın bana getirdiği bir heyecan değildi. Küçük kalplere dokunabilecek olmamın heyecanıydı.

Kim bilir Furkan gibi kaç tane genç kardeşimiz vardı… Kaç tane Furkan modern çağın hastalıklarıyla içten içe çürüyordu ve farkında değildi. Kim bilir kaç tane Furkan’ın etrafı, sosyal medyayla, teknolojiyle ve futbolla kuşatılmıştı ve bu kuşatmadan kurtulmayı bekliyordu.

Sayıları kaç olursa olsun çok çalışmamız gerektiğini biliyordum. Bu düşüncelerle salona girdim. Çocuklar beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Ben de onlara aynı coşku ve heyecanla nasihat ettim ve gerekli öğütleri verdim.

Her biri birbirinden kıymetli, birbirinden zeki ve akıllıydı. Tertemiz bir kalple, masum bir tebessümle karşımda duruyorlardı. Her biri öğrenmeye açtı ve her konudan aç bırakılmıştı. Elimden geldiğince onları sözlerimle ve davranışlarımla doyurmaya çalıştım.

Konferans bittiğinde müdür bey yanıma gelerek teşekkürlerini iletti ve beni yemeğe davet etti. Çok ısrar etmesine rağmen gitmem gerektiğini, yolumun çok uzun olduğunu ve dönüş biletimi çoktan aldığımı güzel bir dille ifade ettim ve tekrar havalimanına doğru yola koyuldum.

Bu fırsattan istifade ederek eşimi aradım. Sesini ve gülüşlerini fazlasıyla özlemiştim. İşlerimi hallettiğimi ve tekrar havalimanına doğru yola çıktığımı haber verdim.

Furkan’a işlerimi erken halledersem yanınıza uğrarım demiştim. Furkan’ın dedesi Serik tarafında oturuyordu ve bulunduğum yerle oranın arası yaklaşık 40 km idi. Oraya gitmem, sonra tekrar havalimanına doğru yola çıkıp uçağa yetişmem pek mümkün değildi.

Zaten söz vermemiştim, işlerim biterse diye eklemiştim cümlelerimin sonuna. O yüzden rotamı değiştirmeden havalimanına doğru gitmeye devam ettim.

Furkan’la daha fazla mesai harcamak isterdim. Akıllı ve temiz kalpli bir çocuktu. Sadece yanlış yönlendirilmişti, hakikatlerden uzak tutulmuştu. Bir büyük olarak kimse elinden tutup onu bir yerlere götürmeye çalışmamıştı.

Onunla olan kısacık birlikteliğimizde ona çok şey öğrettiğimi biliyordum. Akıllı bir çocuk olduğu için öğrendiklerini göz ardı etmeyecek ve peşime düşecektir.

Havalimanına vardığımda eşyalarımı teslim etme vakti çoktan gelmişti ve hızlı adımlarla ilerliyordum. Telefonumun çalan sesiyle bir an duraksadım. Hep böyle sıkışık anlarda çalardı zaten. Sanki bütün dünya özellikle benim en dolu ve sıkışık olduğum anları bekliyordu benimle konuşmak için.

Ellerim dolu olduğu için telefona bakamadım. İşlerimi halledince dönüş yaparım diye düşündüm. Zaten muhtemelen eşim arıyordu. Başka kim arardı ki beni? Derken telefon tekrar çaldı ve üst üste çalması kalbime bir ürperti verdi. Çünkü telefonum ardı ardına yapılan aramalara karşı tecrübeli değildi, ben de öyle…

Daha fazla beklemeden eşyalarımı yere bıraktım ve telefonu elime aldım, ekrana baktım. Arayan Furkan’dı. Açtım ve “Buyur Furkan’cım, seni dinliyorum.” Dedim. Ağlamaklı bir sesle “Hocam, dedem vefat etti.” Dedi.

9. Bölüm / Ansızın Gelen Haber

Duyduklarım karşısında gerçekten çok üzülmüştüm. Tanış olmayı ümit ettiğim insan artık yoktu ve son nefesini vermişti. Furkan için çok daha zor olmalıydı. Çünkü dedesini çok sevdiğini, onun sırdaşı ve dostu olduğunu söylemişti.

Belki de dünyada en çok sevdiği, güvenebildiği ve kendini açabildiği tek insanı kaybetmişti. Kim olursa olsun, insan kaybetmenin ağırlığını kaybedenler dışında kimse tam anlamıyla hissedemez.

Uçağın kalkma vakti gelmişti. Eve gitmekle geri dönüp Furkan’a gitmek arasında ince bir çizgide duruyordum. Furkan’ın direkt beni araması ve dedesinin ölüm haberini vermesi, “Hocam benim nefesim kesildi, lütfen yanıma gelip bana nefes olun” demenin farklı bir versiyonuydu.

Yardım çığlıklarını arayıp haber vermekle duyurdu. Zaten sesinden de anladığım gibi ikinci cümleye başlayacak mecali yoktu… Kuracağı ikinci cümle için içine çekeceği nefesi kalmamıştı. O yüzden sadece “Hocam, dedem vefat etti” demekle yetindi.

Onu bu durumda yalnız bırakamazdım. Furkan’ın şu an hocadan daha çok yeni bir arkadaşa, dosta ve dertleşeceği bir sırdaşa ihtiyacı vardı. Ve bunu ona ben vermeliydim.

Furkan’ın zor bela kurduğu cümleye karşılık “Tamam Furkan’cım, sen şimdi sakin olmaya ve annenene destek olmaya çalış, ben hemen geliyorum” dedim ve telefonu kapattım.

Bir yandan yeni gelişen bu durumdan eşimin haberi olunca ne kadar üzüleceğini düşünüyordum. Ama bu tarz durumlarda anlayışlı ve olgun davranan biri olması beni fazlasıyla rahatlattı. Hemen onu arayıp durumu güzelce izah ettim ve gecikeceğimi hatta bugün gelemeyeceğimi söyledim. Her ne kadar üzülse de iyi düşünmüşsün diyerek bana destek oldu. Eşimle tekrar vedalaştıktan sonra Serik ilçesine doğru hemen yola koyuldum.

Bu sadece bir yerden bir yere gitmek değildi. Bir insana nefes olmak, ona tekrar hayat vermek için yapılan bir hicretti. Cenaze günleri, insanın en çok dost ve arkadaş aradığı günlerden biridir. Bu günde Furkan’ı yalnız bırakmamak aynı zamanda yeni bir dost kazanmaktı. Ve onun gönlünü fethetmekti. O yüzden cümlelerime başlarken bu bir hicretti dedim.

Furkan’ın kalbini fethetmek için yapılan bir hicret…

Bu arada Furkan bana evin konumunu WhatsApp üzerinden çoktan atmıştı. Arabadan indikten sonra konumu açıp eve doğru yürümeye başladım. Eve geldiğimde kimseyi göremedim. Normalde cenaze evleri kalabalık olurdu ama burada henüz kimse yoktu. Demek ki daha yeni vefat etmişti ve Furkan hemen beni aramıştı.

Furkan beni kapıda karşıladı ve koşup boynuma sarıldı. Ağlıyordu, ağlamaktan gözleri şişmeye başlamıştı bile. Şimdilik onu teselli edecek vaktimiz yoktu, hemen dedemizin yanına gidip ilk etapta gerekenleri yaptım. Üzerini ince bir örtüyle örttüm ve Furkan’a dönüp, “Babanlara haber verdin değil mi, geliyorlar mı?” diye sordum. “Evet hocam, geliyorlar ama cenazeyi bugün değil, yarın defnedecekler.” Dedi. “Olur, onlar gelinceye kadar biz de dedemize dua ederiz ve Kur’an okuruz.” Dedim.

Furkan beni gördükten sonra göz yaşlarını akıtmak yerine içeride hapsetmeyi tercih etti. Çok üzülmüştü ve konuşup dertleşmek istiyordu.

Sözü ben başlattım: “Hayat böyledir Furkan’cım, biri gider biri gelir. Ölüm Allah’ın emridir. Geldiği vakit kimseyi dinlemez, alır götürür. Deden de bir gün senin gibi gencecikti ve gelecek hayalleri, planları vardı. O yıllar onun için su gibi akıp geçti. Ölüm geldi ve onu bizden alıp götürdü. Ama deden yanında bir şey götüremedi. Bak karşımızda yatıyor. Elbiseleriyle kendi evinde yatıyor. Evi de burada, cebindeki para da ama ruhu çoktan aramızdan ayrıldı. Salih amel olarak neler yaptıysa sadece onlar gitti onunla. Sen eğer isyan etmeyip bu duruma sabredersen Allah sana da mükafat verir, o yüzden sabret ve deden için bolca dua et.” Dedim.

Evet hocam, sözlerinizde çok haklısınız. Zaten o bizim gibi değildi. Namazında niyazındaydı. Her vakit camiye giderdi. Ben mesela onunla beraberken asla namaz kaçırmazdım çünkü kolumdan tutup beni de yanında götürürdü. Elinden tespih, dilinden zikir düşmezdi. Mübarek bir adamdı dedem. Hocam ben sadece bir dede değil, aynı zamanda bir dost, bir sırdaş ve bir arkadaş kaybettim. Bunun acısını kim anlayabilir ki? Onun bendeki yeri çok farklıydı zaten ben onunla büyüdüm. Bakmayın annem ve babam var evet ama beni dedemle anneannem büyüttü. O yüzden onu kaybetmek çok ağır geliyor bana… dedi.

“İnsan kaybetmek herkes için zordur Furkan’cım, sadece senin için değil. Önemli olan bu ölümden ders çıkarıp bir adım ileri gidebilmektir. Çünkü büyüklerimiz söyler: Kişiye vaaz olarak ölüm yeter diye.” Dedim.

“Böyle bir kayıp yaşayan insan nasıl ders çıkarmaz ki hocam? Ben artık ölümü unutabilir miyim? Unutamam… En çok da bu zamana kadar yaptığım hatalar üzüyor beni. Dedem güzel bir insandı, Allah ile arası iyiydi. Bizim gibi değildi. Şu an düşünüyorum, ölüm benim kapımı çalsa ben bu duruma hazır mıyım diye… Asla değilim. Dedem kendini kurtardı, ben en çok kendime üzülüyorum.” Dedi.

“İnsan yaptığı hatalara karşı elbette üzülmeli ve pişman olmalı ama asla pes etmemeli, Furkan’cım. Allah’ın tevbe kapısı her zaman açıktır. Sen yeter ki o kapıya gitmek iste, O her zaman seni içeri alacaktır.”

“Elbette hocam, sizden de Allah razı olsun. Derdime ortak olup buralara kadar geldiniz. Ne güzel insansınız, daha yeni tanıştığınız bir insan için ne sıkıntılar çekiyorsunuz… Hakkınızı ödeyemem. Hayatımda hiçbir hocama karşı kendimi bu kadar yakın ve sıcak hissetmemiştim. Ama siz bende çok farklı bir dünya oluşturdunuz. Ve size utanarak bir şey itiraf etmek istiyorum..” dedi.

“Utanmana gerek yok Furkan, edebilirsin tabi ki.”

“Hocam, ben size yalan söyledim…” dedi ve ekledi; “Bana uçakta nereye gittiğimi sorduğunuzda dedemleri ziyarete gidiyorum demiştim. Ama buraya geliş amacım sadece o değildi… Aslında sevdiğim kızla yani Ayşe ile buluşmak için gelmiştim asıl amacım onla görüşebilmekti…” dedi.

10. Bölüm / Feth Edilen Bir Gönül

Furkan’ın etrafında çok engel vardı. Birçok zararlı şeyle çevriliydi ama yalan söylemek… Etrafında yalanın bulunması gerçekten beni çok üzmüştü, bunu beklemezdim. Ama onu üzmemek için bu yalan üzerinde durmaktansa onunla konuşmaya devam etmeyi tercih ettim. İtirafına cevap olarak “Ne yaptın peki, görüşebildiniz mi?” dedim.

“Yok hocam, ne görüşmesi? Buraya gelmemiş bile… Sözleştiğimiz halde görüşmeye gelmedi. Aradım, telefonumu hiç açmadı. Bir süre sonra uzun bir mesaj gönderdi ve beni terk edip gitti.” Dedi.

“E, hani siz birbirinizi çok seviyordunuz? Hani o seni bırakmazdı? Ne oldu bir anda böyle? Herhangi bir sebep yazmadı mı sana?”

“Ah be hocam keşke sebep yazmadan öylece bırakıp gitseydi, yazdığı sebepten çok daha az canım yanardı. Beni gerçekten sevmediğini fark etmiş, başka biriyle devam etmeyi düşünüyormuş… O yüzden beni bir daha arama diye mesajın sonuna eklemiş… Bu haberle beraber yıkıldıktan sonra dedemin vefatıyla tekrar yıkıldım… Hem dedemi kaybettim hem de sevdiğim kızı. Siz haklıymışsınız hocam, zamanından önce yaşanan aşk, aşk değilmiş, sadece bir hevesmiş. İnsan yaşayınca bunu çok daha iyi anlıyor.” Dedi.

Furkan en azından bir engelinden kurtulmuştu, buna sevinmek istiyordum ama karşımda duran enkaz sevinmeme müsaade etmiyordu.

“Üzülme Furkan’cım, senin nasibin zaten belli ve zamanı geldiğinde elbette gelip seni bulacak. Nasibinden önce yüreğini kimseyle yorma, kimseye o kapıyı açma, kimsenin sende kapanmayacak yaralar bırakmasına izin verme” dedim.

“Hocam zaten bu saatten sonra gönül işleri bitmiştir. Size sözüm olsun bundan sonraki hayatımda ‘bir gün kız babası olma ihtimalini düşünerek’ yaşayacağım ve ona göre adımlarımı atacağım. Bana aşılamış olduğunuz bu fikir gerçekten çok kıymetli. Allah sizden razı olsun” dedi.

Furkan’ın bütün engellerini ortadan kaldırmam mümkün değildi. Bunu kimse yapamazdı. Ama en azından hayatı boyunca kullanabileceği bir fikri ona aşılayabildiğim için Rabbime şükrettim. Bu fikir, bu konuda yanlış yapmasına engel olacaktır.

Biz bu şekilde dertleşmeye dalmışken vefat eden dedemizin ailesi evi çoktan doldurmuştu. Furkan artık yalnız değildi. Ailesine baş sağlığı diledikten sonra müsaade isteyip yola çıkmak için hazırlandım.

Vedalaşırken Furkan gelip bana kocaman sarıldı ve “Hocam, iyi ki tanıdım sizi ve iyi ki karşılaştım sizinle. Bu süreçten sonra da görüşmek isterim, lütfen beni unutmayın” dedi.

“Seni unutmak ne mümkün Furkan’cım” dedim ve birbirimizi Allah’a emanet ettikten sonra ayrıldık.

Furkan’ın gönlünü fethetmenin verdiği mutlulukla evime doğru hicret etmek için tekrar yola koyuldum.

Sonuna kadar gelip okuduğunuz için teşekkür ederim. Rabbim nice Furkan’ların gönlüne taht kurabilmeyi nasip etsin inşaallah.

Yorum yaz