Canım Aliye, Ruhum Filiz
Canım Aliye, Ruhum Filiz, yalnızca bir mektup derlemesi değil; aynı zamanda bir insanın iç dünyasına açılan samimi, kırılgan ve hüzün dolu bir kapıdır.
Sabahattin Ali’yi çoğumuz Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan ve Yuyucaklı Yusuf gibi eserleriyle tanırız; ancak bu kitapla birlikte onu bir yazar değil, bir eş, bir baba ve nihayetinde sıradan bir insan olarak okuyoruz.
Benim için kitabın en çarpıcı yönü, yazarın kaleminden dökülen her kelimenin bir sığınma, bir özlem, bir aşk ve bir iç dökme çabası olmasıydı.
Kitap boyunca Sabahattin Ali’nin eşi Aliye’ye ve kızı Filiz’e yazdığı mektuplar, dönemin zor koşullarıyla iç içe geçmiş bireysel bir dramı yansıtıyor. Politik baskılar, ekonomik sıkıntılar, uzak mesafe sebebiyle ilişkilerdeki yıpranma..
Tüm bunlar bir mektubun içinde öylesine içten bir şekilde sunuluyor ki, mektupların özelinden çıkıp evrensel bir yalnızlık anlatısına dönüşüyor. Bazen kırgın, bazen özlem dolu, bazen öfkeli ama hep sevgiyle yazılmış satırlar var karşımızda.
Mektupların bana hissettirdiği en temel duygu, “anlaşılamama”ydı. Sabahattin Ali’nin eşiyle olan ilişkisi, zamanla yabancılaşmaya, sessiz kopuşlara dönüşürken; o, bu uzaklığı kalemiyle kapatmaya çalışmış.
Mektuplarında hem hesap soruyor hem seviyor, hem kırılıyor hem affediyor. Bunları öyle bir içtenlikle yapıyor ki, okuyucu olarak araya girip “anlatabiliyorsun ama duyuluyor musun?” diye sormak geliyor içimden.
Özellikle kızına yazdığı satırlar beni en çok etkileyen bölümlerdi. Sabahattin Ali, Filiz’i göremediği zamanlarda onun büyümesini satırlardan hayal ediyor.
Babanın özlemi o kadar sahici ki her harfin altına bir damla gözyaşı sinmiş gibi. Aynı zamanda, o yılların Türkiye’sinde bir yazar olmanın zorlukları, özgürlüklerin ne kadar kısıtlı olduğu da satır aralarına sinmiş durumda. Kitabı okurken zaman zaman tarihe tanıklık ediyor gibi oldum.
Ancak Canim Aliye, Ruhum Filiz, yalnızca duygusal değil; ahlaki ve insani yönüyle de güçlü bir eser. Yalnız bir adamın, kaybolan bir ilişkinin, özlenen bir çocuğun izini sürerken, aynı zamanda kendi hayatımızda kaybettiklerimizi, eksik kalanları da sorguluyoruz.
Sevgi ne zaman biter? Mesafe ne zaman anlamını yitirir? Yazmak yetebilir mi? Bu sorular sürekli zihnimde dolaştı.
Kitabı bitirdiğimde hissettiğim şey ise derin bir sessizlikti. Çünkü bu mektuplar, sadece bir ailenin parçalanışı değil, aynı zamanda bir yazarın iç dünyasının, kalbinin en saf hâlinin yansımasıydı. Sabahattin Ali, burada kurmaca yazmıyor, burada kendini açıyor. Ve bu açıklık, okuyucuyu hem duygusal hem de düşünsel olarak derinden etkiliyor.
Sonuç olarak, Canım Aliye, Ruhum Filiz, aşkın, babalığın ve yalnızlığin iç içe geçtiği, sade ama çok katmanlı bir kitap.
Mektupların her biri bir iç döküş, bir var olma çabası. Kimi zaman hüzünlendiriyor, kimi zaman düşündürüyor ama asla yüzeysel kalmıyor. Sabahattin Ali’yi tanımak isteyen herkesin, bu kitapla önce onun kalbine ve iç dünyasına doğru yolculuğa çıkması gerekiyor.